
Adı gibiydi. Kimi zaman şaşırtırcasına güneşli ve sıcak… Bazen de rüzgarlı… Yaprakları alt üst eden rüzgar gibi karşısındakinin duygularını karıştırmakta üstüne yoktu onun. Anlaşılmaz bir adamdı. Anlamaya çalışmaksa daha çok girdaba doluyordu insanı. En iyisi uzaktan seyretmekti onu ama uzak da kalamazdınız ondan. Dokunmaya korkar ama dokunmadan edemezdiniz.
Güz… En yakın erkek arkadaşımdı, ağabeyimdi. Aslında en yakınımdı. Her şeyi paylaştığım, dizinde ağladığım, sığındım yegane insandı. Onun yanında göz yaşlarımı sakınmazdım dünyadan. Tek başıma kaldığımda beni korkutan hıçkırıklarım o varken çalan bir senfoninin dramatik notaları gibi gelirdi kulağıma. Anlatmaktan usanmazdım ona. Hiç usanmazdım. Çırılçıplaktım onun yanındayken. Acılarım, umutlarım, yalanlarım, sevinçlerim hepsi ciltsizdi onun yanında. Yargılamazdı beni. Severdim bu huyunu. Herkes neden, niçinlerle boğazlarken beni o aferin derdi ne söylesem. “Aferin sana deli kız, yine yapmışsın yapacağını” derdi, ne güzel de gülümserdi her defasında.
Çok düşündüm Güz’ün baharı ben miyim diye. Çelişkilerden kurtaramadım kendimi. Güz, benim ağabeyimdi. Üvey ağabeyim… Babam 7 yaşındayken terk etmişti bizi. Annemle yapayalnız kalmıştık. Çok gençti annem. Ne yapacağını şaşırmıştı önce. Sonra sonra toparlandı. İşine geri döndü. Benim için zor dönemlerdi. Babam birden yok oluvermişti. Annemde aramaya başlamıştım bir yanımda eksik kalan sevgiyi. Olmuyordu hep bir yanım eksik kalıyordu çünkü. Anne ve baba… Öyle farklı sevgileri var ki onların. Annemdeki sevgi arkadaşça bir sevgiydi. Babamda korumayı hissederdim. O gidince zırhım düşmüş gibi oldum. Korkmaya başladım hayattan. Karşıma çıkaracaklarından. Annemin de babamda hissettiği duyguyu çok iyi görebiliyordum. O da babamı kalkanı gibi görüyordu. O gidince hayata karşı yenik hissetti. Halbuki güçlü bir kadındı annem ama o da erkeklerin koruma kalkanı olduğu yalanına inandırmıştı kendini. Gitti yeni bir kalkan aldı. Evlendi. Benim için bir alışverişten fazla anlam ifade etmiyordu bu evlilik. Yanımıza taşındı yeni babam. Yeni babam… Annem böyle söylememişti ama ben hep kendime bu adam şimdi benim yeni babam mı diye sorup duruyordum. Kendimi duygusal bir çıkmaza sürüklüyordum. Farkındaydım ama umursamıyordum. Tam bu sırada çıkageldi Güz. Güz değildi aslında. Bahar gibi açtı hayatıma. Yeni babamın eski karısı evlenince oğulları Güz’ü bizimle yaşamaya yolladı. Güz, eve geldiği gün nasıl bir telaşlanmıştı annem. Halit’i mutlu etmek için Güz’e iyi bir anne olabileceğini göstermeye çalışıyordu. Nasıl üzülmüştüm onun için. Kendi için yaşamayı bırakalı çok olmuştu. Ne yazık ki içindeki yaşam sevgisi benden de kaynaklanmıyordu. Halit, onun kurtarıcısı olmuştu, hayata attığı yeni çıpa. Ben yalnızdım. Hem de ne yalnızlık. Güz… İyi ki geldi. O gelmese yalnızlıktan ölebilirdim. Benimle aşağı yukarı aynı yaşlarda birini bekliyordum ama gelen benden en az 5 yaş büyüktü. O geldiğinde ben de 12 yaşındaydım. 12 yaşındaymış gibi değildim ama. Bana olgunlaştırmış bu hayat seni küçük yaşında demişti. Onunla konuşurken ormanda dolaşır gibi hissederdim. Öyle güzel yeşil gözleri vardı ki… Ve de öylesine derin. Kocaman bir ormana dalmış gibi olurdum. Hep yeni bir macerayla karşılaşırdım orda. Hep yeni bir şey keşfederdim ama sonunda her zaman yolumu bulurdum. Karma karışık olurdum belki biraz ama iyi gelirdi sıradanlığıma. Severdim Güz’ü. Korkularımı ona anlatırdım. Ona sığınırdım. Sanki kaybettiğim baba sevgisini onda aramışım gibi geliyor şimdi. Doğru… Aramışım ama buldum.
Güz, ilk öpüştüğüm erkek oldu. İlk seviştiğim erkek de oydu. O benim için tekti. Bense diğerlerinin arasındaydım onun için. Diğerleri vardı hep. Bir de anlatırdı onları bana. Söz vermiştik birbirimize. Bu bir oyundu. O bende onu terk eden annesinin sevgisini arıyordu, bense onda baba şefkatini… Başkaları olacak hep demiştik. Biz ikimiz oyunun baş rol oyuncularıydık. Hep piyonlar olacaktı ama hep birbirimize dönecektik, bunu da biliyorduk. Bilmiyormuş gibi davranıyorduk gerçi.
Aklımdan çıkmıyor o gece. Hiç çıkmıyor. İlk defa ağladığına şahit oldum. Telefon açmıştı. Sabaha karşı 4’tü. Uykumun en derinlerindeydim. Oysa muhtemelen yeni bir macera arıyordu kendine. Zar zor ayılttım kendimi. Telefona cevap verdim. Sessizlik vardı diğer ucunda telefonun. Adını 3-4 kez tekrarladıktan sonra “Sen” dedi “Benim hiç gelmeyen baharım olarak kal”. Sonrasında kuvvetli bir su sesi duyuldu. Korktum. Hep yapmayı düşündüğü şeyi yaptığını anladım o an. Ona gözlerinin nasıl uçsuz bucaksız olduğunu her söylediğimde bana söyledikleri geldi aklıma. “Keşke ben de mavinin derinlerine dalabilsem, orda kaybolsam, sahteliklerden arınsam.” Gitmişti o an anladım. Sesle birlikte telefon da kapandı. Arabaya atladığım gibi evin yakınındaki köprüye gittim. Ordaydı motosikleti. Etrafda da bir kaç polis. Bir şey bırakmış dediler. Motosiklete bir şey bağlamıştı. Bahar’la Güz iki ayrı mevsim yazmıştı bez parçasının üzerine. İki ayrı mevsim…
Keşke gerçekten doğru olsaydı bu. İki ayrı mevsim olsaydık. O yağmuruyla çamura batarken ben güneşimle yeniden doğsaydım. O böyle hissediyordu. Hep biliyordum. Her şeyi olduğu gibi ikimizi de zıtlıklar dünyasına hapsetmişti. Anahtarını da atmıştı hücrenin çoktan. Mutluluklar diyarına atmıştı. Asla girmeyi kabul etmeyeceği o ülkeye. “Mutluluk yalan” derdi hep. “Kendimizi mutlu olacağız diye bir şeylerin içine atıyoruz; çabalıyoruz, bir şeyler yaptığımızı düşünüyoruz, sonra da mutluyuz diyoruz. Halbuki gerçekten mutluluk ne bilmiyoruz. Yazık olur bu kadar emeğe, çabaya diyip mutlu olduğumuzu var sayıyoruz”. “Bir düşün bunu, Bahar” derdi bana her tartışmaya başladığımızda. Tartışmak imkansızdı zaten onunla. Kendi bildiklerinden şaşmazdı. Dinlerdi beni ama söylediklerim çok yavan gelirdi ona. Onun anlattıklarıysa bu dünyada aradığını bulamamış ama bulacağına da inanmayan bir adamın portresini çizerdi bana. Hep korkardım bir gün o dünyayı terk edecek diye. Terk etti şimdi. Yok artık. Nerdedir şimdi, hangi dünyalara doğru yola koyulmuştur? Bilinmez. Belki de yeni dünyasında aradığını bulmuştur. Belki orda baharla güz aynı mevsimlerdir. İkisi de yağmurlu, ikisi de güneşli… Bilmediği tek şey vardı, Güz’ün. Bahar’la Güz iki ayrı mevsim değildi aslında. O öyle görmek istemişti. Ben engeldim ona. Onun kayıtsız kalmasına bu dünyaya. Ben olmasam hemen çeker giderdi, ben geciktirdim gidişini. O yüzden inanmak istemedi Bahar’la Güz’ün bir olduğuna.
Şimdi benim elimde ipler. Öyle biriz ki göstereceğim ona. O gittiğinden beri yağmurum dinmedi. Güneşim açmadı hiç. Bulutların arasından sıyrılmaya çalışan o parlak güneşin gücü artık yeşertemiyor umutları. Yapılacak tek şey kaldı. Güz’e güneşi götürmek… Derin, mavi kapıdan geçtikten sonra…
2009, İstanbul