
Hava en koyu ceketini giymiş üzerine, sımsıkı da kapamış düğmelerini… Soğuk çok soğuk… Sokakta yürürken üşüyorum. Üşümekle kalmayıp soğuktan gerilen yüzümün donduğunu da hissedebiliyorum. O hisle ellerimi cebime iyice yerleştiriyorum ama öncesinde yüzümü geçen yılbaşında Alp’in aldığı atkıyla daha bir sıkıyorum. Üşümemek adına her türlü önlemi almalıyım. Hasta olamam. Olursam felaketim olabilir. Olamam, hasta olamam. Düğünler mükemmelliklerle dolu olmalı, felaketlerle değil.
Hayır… Yine mi? Yine buraya nasıl geldim? Allah’ım bu nasıl olur? Soğukla boğuşmaya o kadar dalmışım ki kendi sokağımı kaçırmışım. Ama neden? Neden bu sokağı seçmişim? Hâlâ beni buraya getiren bir şeyler olmamalı. Üzerinden 5 yıl geçti. Koskoca 5 yıl…
-Duruuuu! Hadi! Artık çıkmamız gerek! Düğünü kaçıracağız.
-Efe, yeter ama bıktım senin bu aceleciliğinden. Düğün gece yarısına kadar sürecek. Şu aceleci huyundan birazcık vazgeçebilsen… Off…
-Tamam Duru, tamam. Bir şey demedim.
Efe ile o akşam tam bu apartmanın 5. katında o şirin, minik dairemizde tartışıyorduk. Her şey ne kadar güzeldi, ne kadar mutluyduk. Severmiş gibi yapanlardan değildik. Seviyorduk, sevişiyorduk. Aşıktık. Hiç aşkı tatmamıştım daha önce. O zamana kadar hiç yaşamamışım gibi geliyordu. Efe’siz hayat bulutsuz bir gökyüzü gibi geliyordu bana. Bazen arasından güneşin gözüktüğü bazen de yağmur yağdıran o bulutların olmadığı bir gökyüzü… O benim göz yaşımdı, yüzümdeki mimiklerdi, yanağımdaki gamzemdi. Beni güzel yapan, çirkin yapan, mutlu yapan, huysuz yapan her şey oydu. Oydu çünkü hayat. Oydu benim anlamım. Benim ruhum… Onun ruhuydu.
Pembe apartmanı… İsmi gibi pembeydi bu apartmanda her şey. Kara bulutlar olmazdı hiç tepemizde. Komşular da bizim gibiydi. Hep mutluydu. Hep pembeydi. Pembe görüyorduk hayatı. Kötü şeyler düşünmezdik hiç. Kendi hayatımıza bakardık. Başkasınınkine laf söylemezdik. Kötülemezdik başka yaşamları. İyi oldukça iyi şeylerle karşılaşacağımıza inanırdık. Hep inanmıştık. İnanmaya da devam edecektik. Aşk pembeydi bizim için aynı bu apartmandaki her şeyin pembe olduğu gibi.
Ta ki o düğüne kadar. Düğün sahibi Efe’nin üniversiteden arkadaşıydı. Aytuğ… Tüm üniversite hayatları boyunca aynı odada kalmışlardı. İkisi de evlerinden uzakta birbirlerine nasıl da destek olmuşlardı 5 sene boyunca. Onların arkadaşlığına imrenirdim. Efe ile ben çıkmaya başlayınca Aytuğ beni Efe’yi ondan çalmakla bile suçlamıştı. Halbuki çalmak değil çalmaya bile yeltenemezdim ki… Efe öyle severdi Aytuğ’yu. Üniversiteden sonra da Aytuğ ile bağlarını koparmadı tabii, koparmadık. Aytuğ çalıştığı yerde bir kızla tanıştı, Elif. Aşık oldu. En azından öyle söylüyordu. İşte şimdi de evleniyorlar. Garip… Sadece iki sene oldu tanışalı onlar. Çok acele diyorum. Efe, aşk bu diyor. E, peki bizimki ne? Biz aşk değil miyiz sanki? Onu çok seviyorum ama bu düğünde gördüm ki Efe beni öyle sevmiyor. Benim onu sevdiğim gibi sevmiyor. Benim ona olan susuzluğum hiç dinmezken o beni bir dikiş de bitirebiliyor.
O düğün, hep o düğün….
Düğün çok şatafatlıydı. Nasıl bir abartı, nasıl bir kalabalık. Sevmedim hiç. Söyledim Efe’ye. Saçmalama dedi bana. Saçmalama mı? Şaşırmıştım. Halbuki o da sevmezdi böyle düğünleri. Hep bizim düğünümüz sade olsun derdi. Ailesiyle görüşmüyordu zaten o yüzden kimseyi çağırmayacaktı. Biz bize oluruz demiştik ama bir türlü olmuyordu. Biz bize olabileceğimiz bir düğünümüzün tarihine dahi karar veremiyorduk. Ne oluyordu? Son zamanlarda Efe çok sinirliydi. Çok gergindi. Hele bir de düğünde görseydiniz. Anlayamıyordum. Bir ara gözden kayboldu. Aramaya yeltenmedim ilk etapta. Sonra baktım ki nikah zamanı yaklaşıyor gidip onu aramam gerektiğine karar verdim. Aytuğ ve Elif’in odasına gittim. Belki ordadır diye düşünmüştüm. Gittiğimde bulduğum tek şey ağlayan Elif’ten başkası değildi. Elif’in yüzünde ağlamaktan makyaj namına hiçbir şey kalmamıştı. Yere oturmuş, öylece donmuş bir ifadeyle kalakalmıştı. O donuk ifadeyle ağlamayı nasıl başarıyordu şaşmıştım. Elinde bir mektup vardı. Ona baka baka içini çekiyordu. Yanına yaklaştım. Bana acıyarak ve nefretle baktı. Anlamadım. Ağlayan, derdi olan oydu. Benden ne istiyor olabilirdi? Mektubu uzattı tek kelime etmeden. Aldım. Okumayı bitiremedim. Elif’in yanına yığıldım. Nasıl bir çöküş yaşadım şu an ifade edemiyorum. Dünya durdu, her şey bitti gibi hissettim. Efe ile Aytuğ birlikte gitmişlerdi. Bizi terk etmişlerdi. Nasıl hiç şüphelenmemiştim? Onların arasında olan ilişki normal bir ilişki olamazdı. Çok belliydi. Neden hep iki çok yakın erkek arkadaş olabileceklerini düşündüm. Neden, neden, neden?
Elif, bu utançla yaşayamayacağını haykırıyordu. Aytuğ’nun düğünü terk ettiğini ve Efe’nin onu bulmak için peşinden gittiğini söyledik. Elif’in yakınları onu sakinleştirmeye çalışırken benim bu denli üzülmemin sebebini anlamak ister gibi yüzüme garip garip bakıyorlardı. Daha fazla orda durmanın hiçbir anlamı yoktu. Eve gittim. Evimiz dediğimiz o yere… Nasıl başarmıştı da gelip eşyalarını toplamıştı çözemedim. Ben de topladım bana ait olanları. İkimizi hatırlatacak hiçbir şey almadım yanıma. İkimiz adına hiçbir şey yoktu o an itibari ile zihnimde. Silinmişti her şey. Nasıl başardım bilmiyorum. Nasıl bu kâbusu atlattım hiç bir fikrim yok ama o evden çıkarken Efe ile yaşadığım her şeyi arkamda bıraktım. Hatta sildim. Bitti. Çıktım ve gittim.
Şimdi evlenmeme bir hafta kala her daldığım an kendimi bulduğum yerdeyim. O evin önünde… Garip bir duygu… Çok garip… Alp, o evden çıktıktan sonra tanıştığım ilk erkek oldu. Ona sığındım ama hiçbir zaman gerçeği anlatmadım. Anlatamadım nedense… Efe ile Aytuğ’dan ise hiç haber yok. Belki vardır ama onlarla ilişiği olan herkesle bağlantımı kestim. Kesmeliydim. Olanları hatırlasaydım delirebilirdim.
Şimdi evleniyorum. Alp’le. Hayatımın aşkı mı? Değil. Çünkü hayatımın aşkı diye bir şey yok. Aşk da yok bence. Sığınmaya ihtiyacımız var sadece. Hayatımızda başımıza gelen korkunç hikayeleri bize unutturacak insanlara ihtiyacımız var. Bu Alp oldu ama başka biri de olabilirdi. Efe ile Aytuğ’nunki mi? Aşk işte orda, onlarınki diyorsunuz sanki. Hayır, değil. Aşk diye bir şey olsaydı eğer pembe olurdu pespembe. Kimseyi incitmezdi. Kirli olmazdı. Başkalarını kullanıp açıklamak istemediği ilişkisini saklamazdı.
Aşk, pembe olurdu. Pespembe…
…..
Aşka inanmayan bir insan neden evlenir ki? Etrafımdaki yani yeni çevremdeki herkes benim aşkla ilgili düşüncelerimi biliyor. En azından aşka inanmadığımı biliyorlar. Neden inanmadığımı bilmeseler de… Herkes sorguluyor kararımı. Neden Alp’le bir hayat kurmak istediğimi sorguluyorlar. Dış kapımın anahtarını arıyorlar; ama onlara teslim olmamakta kararlıyım. Alp’se sorgulamıyor beni, ona karşı hislerimi. Ona karşı hislerim olup olmadığını dahi sorgulamıyor. Ben de onu sorgulamıyorum gerçi. Bilmiyorum beni seviyor mu sevmiyor mu? Sevgiye olan inancı uçup gitmiş biri olarak sevmek sözcüğü anlamsız geliyor zaten bana. Alp’in de beni sorgulamıyor olması ikimizin ilişkisinden önce onun da acılı bir dönemden geçtiğini söylüyor bana. Her ne kadar Alp bu konuda aynı benim gibi konuşmasa da susması daha çok şey anlatıyor bana. Geçmişsen eğer aynı yollardan diğer yolcuların o yolda aldığı yara izleri sana anlatıyor her şeyi. Bazen suskunlukla bazense hıçkırıklarla kanıyor yara. Bizim yaramız benzer şekilde kanıyor. Suskunlukla… Belki de bu bizi bir arada tutan şey oluyor çoğu zaman. Sevişmediğimiz anlarda…
Sığınıyoruz birbirimize… Tutkuyla değil ama şefkatle sarılıyoruz. Birlikteyken hiç kimse beni üzemeyecek gibi geliyor. Kimse Alp’in kalkanını delip bana ulaşamayacak gibi… Alp, seni terk ederse ya diyorlar. Bilmiyorum aslında. Emin olamıyorum ne olacağından. Hayata dair herhangi bir garantiyi de kimse veremez zaten ama Alp’in de yaralı olduğunu bilmek içimi rahatlatıyor bir şekilde. Yapamaz diyorum. Yaralanan, yarasını saranı o kadar kolay yaralayamaz.
Pembe apartmanının benim için siyaha büründüğü o gün hızla terk ettim şehri. Ege’ye gittim. Bodrum’a… Kışın ortasında pek tadı yok Bodrum’un. Belki de vardı ama bendeki tatsızlık ona da bulaşmıştı. Gümüşlük’e gittim. Sessiz bir yer buldum kendime. Hava kararmak üzereydi. Kimseyle konuşmak istemiyordum. Odayı tutarken bile zoraki konuştum resepsiyondaki kızla. Herhangi bir insanı görmek istemiyordum. Bana bunu yapan da başka bir insandı sonuçta. Bütün insan ırkı bana düşmandı o an. Herkes kötüydü. Odama çıktım. Soğuk bir duş aldım. Soğuktu zaten hava. Bodrum’da da soğuktu O da üzmüştü beni. Bodrum da bana ihanet etmişti sanki. Soğuğa vermişti kendini. Duştan çıktım. Hiçbir şey olmamıştı sanki. Hiçbir şey… Sadece terk edilişim değil, aşık olduğum zamanlar da hafızamdan ve kendi yarattığım duygusal dünyamdan silinmiş gibiydi. Hissetmiyordum. Ne üzüntü ne nefret… Hatta fiziksel olarak da donuktum. Buz gibi havada buz gibi bir duş almama rağmen üşümüyordum. Kaloriferi de kapattım. Bornozu üzerimden çıkartıp yatağa attım kendimi. Çırılçıplak olmak iyi gelmişti. Sanki sadece üzerimdekileri değil bütün yaşanmışlıklarımı da çıkartıp atmıştım üzerimden. Hafiftim. 3 yaşındayken elimden uçup da giden, arkasından ağladığım balonum kadar hafiftim. Saçlarım ip, yatak da sahibimdi sanki. Yoksa uçardım. Uçup giderdim başka bir dünyaya.
Uçmuşum, öyle uçmuşum ki kendimi öbür günün sabahında tir tir titrerken buldum. Uyanmıştım ama kesinlikle tatlı bir uyku değildi. Karmakarışık rüyalar gördüm. Efe ile Aytuğ vardı. Kucaklarında da bebekleri… Aman Allah’ım nasıl bir şeydi bu? Nasıl bir şey yaşıyordum? Rüyayı hatırlarken titremem hız kesmeden devam ediyordu. Oda çok soğuktu. Vücudumsa buz kesmişti. Artık hissedebiliyordum. Zehir yeni yayılıyordu vücuduma. Hem soğuğu hem de üzüntüyü iliklerime kadar hissediyordum. Üzerime bir şeyler giymeye çalıştım. Resepsiyondaki kızı aradım. Yardım istedim. Çok acınası haldeydim. Odanın kapısını açtığında titreyen bir vücutla karşılaşan kız şoka uğramış gibi bir ifade taktı yüzüne. Doktor çağıracağını söyledi ve gitti. Odada ne kadar yalnız kaldım hiçbir fikrim yok ama doktorun gelmesi en azından bir yarım saat almıştır diye düşünüyorum. Uyumak istedim ama üşümek uyumamı dahi engelliyordu. Kapı açıldı. İçeri kızla birlikte bir adam girdi. Doktor olmalıydı. Söylediklerini pek anlamamakla beraber cevap vermeye çalışıyordum. Verdiğim cevaplar ne kadar anlamlıydı bilmiyorum ama bu soru cevap faslı serum takma seremonisi ile son buldu. Serum damarlarımla buluştuğu an benim de uykuya daldığım an oldu sanırım. Uyandığımda kolumda serum yoktu. Doktor hâlâ yanımdaydı. Uyandığımı gördü. Kocaman bir gülümsemeyle yaklaştı bana.
-Hiç uyanmayacaksınız sandım.
Konuşmak istedim ama sesim o kadar kısıktı ki kelimeler ağzımda öylece kalıverdi. Cümle kurma mertebesine ulaşamadılar. Teşekkür etmek istedim. Ağzımdan çıkabilen tek şey “Çok teşekkür ederim” oldu.
-Kendinizi yormayın lütfen. Vücudunuz çok yorulmuş. Sesiniz yerine geldiğinde uzun uzun konuşuruz.
Yine o gülümseme…
-Dün sizi bulduğumuzda 40 derece ateşiniz vardı. Bizi çok endişelendirdiniz ama şimdi gayet iyisiniz. Meraklanmayın. Sıcak şeyler içerseniz sesinize daha çabuk kavuşabilirsiniz. Bu da tanışmamızı daha çabuk gerçekleştirebileceğimiz anlamına gelir.
Yine, yine, yine o gülümseme! Kendimi gülümsemek için zorladım. Gerçekten zorladım çünkü bu doktor beni çileden çıkarıyordu. Derdim bana yetmez gibi bir de bu aşırı sıcakkanlı doktor. İnsanlara olan inancım, güvenim tamamen sıfırlandığı için bu doktorun lafları, gülümsemeleri bana nasıl da yalan geliyordu. Allah’ım nasıl da yalan… Neyseki beni benimle bırakıp gitti.
Dün demişti. Düz sizi bulduğumuzda… Demek ki bir gün boyunca uyumuştum ama hâlâ ayağa kalkacak gücü kendimde bulamıyordum. Uyumaya devam ettim. Uyku, ilaçtı sanki…
Doktoru en son gördüğümden beri iki gün geçmişti. Resepsiyondaki kız iki gün boyunca sabah akşam çorbayla besledi beni. Doktorun her gün beni arayıp sorduğunu da eklemeyi unutmadı. Yavaş yavaş iyileşiyordum. İyileştim de ama fiziksel olarak. İlaçlar fayda etmiyordu duygularıma. Yataktan kalktım, giyindim. Aşağıya indim. Ne tesadüf! Doktor resepsiyondaki kıza beni soruyor. Kendime kızıyorum. “Bu kadar da değil, Duru” diyorum “Adam hayatını kurtardı”. Peki, ondan hayatımı kurtarmasını kim istemişti, kim? Ben bu dünyada kaybolup gitmektense bu dünyadan gitmeyi tercih ederdim halbuki. Zorla gülümsedim.
-Merhaba, Duru Hanım. Günaydın. Kendinize gelip gelmediğinizi merak ettim. İyi olduğunuzdan emin olmak istedim.
-Merhaba, doktor. Size de günaydın. Sağ olun gayet iyiyim. Teşekkür ederim yardımlarınız için.
-Alp…
-Efendim???
-Alp, adım Alp. Doktor dediniz ya. Garip geldi.
Gülümsüyor yine.
-Aaa, evet. Alp Bey, çok sağ olun.
Ne oldu, nasıl oldu hiçbir fikrim yok. Kahvaltı ediyoruz. Deniz kenarındayız. Alp, doktor Bodrum’da. Büyük şehirleri sevmiyor. Her yeri dolaşmış, bütün dünyayı görmüş. “Sessizlik” diyor “Huzur benim aradığım”. Neden anlayamıyorum, o yalan olarak nitelendirdiğim gülümseme şimdi beni rahat ve güvende hissettiriyor? Ama bir şey var. Anlayamadığım bir şey daha. Alp’de bir hüzün var. O gülümsemesiyle saklamaya çalıştığı bir hüzün. Bir şeyleri gizliyor. Yaşanmış bir şeyler var. Üzmüş onu. Sanki kaçmış o şeyden. Bodrum’a gelmiş. Öyle diyor yüzündeki gülümseme bana. İçimdeki hüzün ve nefret karışımı duygu anlamamı sağlıyor onu. Anlatmıyor tabii. Hiç de anlatmadı. Ben de tatile geldiğimi söylüyorum ona.
-Yoruldum, çok yoruldum. Çalışmak çok yoruyor insanı. Kendimi dinlemeye ihtiyacım var.
-Çalışmak zor geliyor bazen insana. Terk edip başka yerlere gidesi geliyor. Belki sen de bir gün büyük şehirde kaybolmaktan sıkılıp hayatı akşına bırakmaya son verirsin.
Bir ay Bodrum’da kaldım. Sonra Bodrum’a gelmeden önce eşyalarımı bıraktığım ailemin evine gittim. Bütün eşyalarımı topladım, işimden aldığım iznimi istifaya çevirdim ve Bodrum’a geri döndüm. Herkesi arkada bıraktım. İstanbul, büyük şehirdi. Yaşarken kaybolduğum şehir…
Alp’in yanına taşındım. Sığındım ona… Sevgi değildi. Kesinlikle değildi. Zaten bundan sonra asla birini sevemeyeceğimi kabullenmiştim. Şefkate ihtiyacım vardı. Alp’te buldum. Kaybetmek istemiyorum. Aşkı bulduğumu sandıktan sonra kaybettim. Şefkati de kaybedersem kaybetmekten korkacağım ne kalacak? Bu sefer olmaz. Kaybetmeyeceğim.
Evleniyoruz.
Şefkati buldum onun kollarında. Şefkatin rengi mi? Mavi… Uçsuz bucaksız gökyüzünü ve denizi hatırlatırcasına mavi…
2009, İstanbul